5 Mayıs 2018 Cumartesi

IV-OBEZİTE;KAHVERENGİ YAĞ HÜCRESİ ve ÜŞÜMEK


Sibirya kurdunu aklında tut diyerek başlıyorum yazıya. Neden mi. Yazının sonunda anlayacaksınız durumu maalesefJ

Bir dirhem et bin ayıp örter diye bir atasözümüz var bizim.
Sanırım böyle düşünmekten kaynaklı olsa gerek, eski dönemlerde bir miktar etli, butlu olmak iyi imiş. İnsana heybet katıyor diye mi düşünmüşler bilemem. Ancak tarihte şöyle bir gerçeklik de var. Eski dönemlerde sadece zenginler ve soylular dediğimiz tabakalar fazla besine ulaşabildiğinden, onlar kilolu bireylermiş ve şişmanlık, obezlik soyluluk belirtisi imiş. Şişman birini gördün mü, bunun hali vakti yerinde diye düşünülürmüş. Dedim ya eskiden.


Biz eskiden, su içerdik testiden diyesim geldi. Çünkü günümüzde durum böyle değil.
Günümüzde vücut kitle endeksi (VKİ) dediğimiz bir durum var ve bunun normal sınırlar içinde olması gerekiyor. Ayrıca, kalp hastalıkları teşhisinde kullanılan bir göbek-bel çevresi sorunsalımız var. Yani fazla kilolu olmak iyi değil. Görsel olarak ta normal kilolu olmak kıymetli bir durum olarak görülüyor. Ancak günümüzde normal bir VKİ’ye sahip olmak öyle kolay değil. İnsanlar besin maddelerine nispeten kolay ulaşabiliyor ama neye göre. Besin maddesi var kaliteli içerikli (protein, vitamin, mineral, tam karbonhidrat ve sağlıklı yağ), besin maddesi var boş içerikli. Dolayısı ile, günümüz insanı besin maddelerine ulaşabiliyor ancak boş içerikli olanlara. Enerji içerikleri çoooook yüksek olan besin maddeleri ucuz. Bu yüzden bireylerin belirli miktarda besine ulaşabiliyor olması doğrudur ancak çok kalorili ve besin değeri düşük dediğimiz grup ürünler. Sonuç obezite…

Gelelim sevgili kahverengi yağ hücrelerimize (KYH).
Obezite serisinin ikinci yazısı olan yağ dokusu konusuna tekrar bir dönmek istiyorum. Orada demiştik ki KYH, yağları enerjiye çeviren ve yok eden hücreler. Bu demek oluyor ki beyaz yağ hücrelerimizi KYH’a dönüştürebilirsek yağlar depolanmış dahi olsa önemini kaybeder. Çünkü onları yakarız.
Sürekli aynı şeyi tekrarlıyor gibi görünüyor olsam da konunun iyi anlaşılmasını istiyorum.

Birde KYH’nin en fazla yeni doğan döneminde taşındığının altını çizmiştik. Zaman geçtikçe KYH’lar azalır. Erişkinde KYH büyük damarların etrafında ve omuz bölgesinde bulunmaktadır. Bunun dışındakiler yeni doğandan erişkinliğe geçtiğimiz dönemde azalır. Ancak bir istisna mevcut. Araştırmacılar fark etmiş ki soğuk bölgelerde yaşayan kişilerde kahverengi yağ hücresi daha fazla. Ayrıca fare çalışmalarında da soğuğa maruz kalan farelerde KYH artışı görülmüş. Anlaşılan o ki, vücudumuz soğuğa maruz kaldığında ısı üretebilmek için kahverengi yağ hücrelerini artırarak kendini korumaya çalışıyor. Siz dede şimşekler çaktımı, ampullar yandımı bilmem. Bu şu demek kendimizi hasta etmeyecek oranda soğuğa maruz bırakırsak yağ hücrelerimizi enerjiye dönüştürürüz ve sonuç zayıflarız.
Soğuk bölgelerde yaşayan insanların neden daha zayıf olduğunu bir nebzede olsa bu durum açıklık getiriyor. 

Ancak düşünürken bazı istisnalar dikkatimi çekti. Kutup ayıları yağ oranları oldukça yüksek hayvanlar. Bu durum önceki söylediklerimizle tersmiş gibi görünüyor. Birkaç makale okuduktan sonra bazı püf noktaları farkettim. Soğuk bölgelerde yaşayan hayvanların onları üşütmeyecek şekilde kürk sahibi olduklarını, kürkleri sıcak bölgelerde yaşayan hayvanlara göre daha kalın, daha sık ve tüyleri daha uzun olduklarını öğrendim. Birde bu hayvanlar bir dönemlerini uykuda geçiren hayvanlar ki yağ depolarını uyku dönemlerinde kullanıyorlar ve uykudan uyandıklarında yine yağ dokularını kullanmış olduklarından bir deri bir kemik oluyorlar. Uyanık oldukları dönemde de genetik alt yapıları o yağ hücrelerini depolamaya yönelik çalışıyor. Burada işin içine nutrigenetik giriyor.
Ancaaak, herhangi bir uyku dönemi olmayan Sibirya kurdu, kahverengi yağ hücrelerini artırmış olacak ki güncel deyimimizle gayet fit.

Son olarak sizlere bölgelere göre, Türkiye’nin obezite oranını vermek istiyorum. Obezite oranları, Marmara ve Karadeniz’de %33, Orta Anadolu’da %32, Ege’de %28, Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da ise %20 olarak verilmiş. Güneydoğu Anadolu’yu neden buraya katmışlar bilmiyorum. Keşke ayrı değerlendirilseydi. Belki de Doğu Anadolu’nun oranı daha da aşağı olacaktı. Güney Doğu iklim açısından sıcak ve benim gözlemlediğim kadarıyla da fit oldukları söylenemez.
Kırmamak için kibar olmaya çalıştımJ
Bu dört yazılık seriden benim çıkardığım sonuç; Nutrigenomunu belirle, beslenme düzenini buna göre oluştur ve birazcık serin ortamlarda bulun. Vücut sistemimiz mükemmel çalışan bir makina. Dilini öğrenmemiz lazım sadece.

Sağlıklı ve sevgi dolu günler

Bir akademisyenin kadrajı
Müzeyyenname

1 Mayıs 2018 Salı

III- OBEZİTE; NUTRİGENETİK, NUTRİEPİGENETİK




Sahip olduğumuz bütün özellikler genetiğimizde yani genlerimizde saklı. Neden insanlar genel özellikleri bakımından birbirlerine benzeseler de bir çok özellikleri bakımından da benzemiyorlar. Herkes benzer besinleri tüketiyor, çiğniyor, yutuyor, hazmediyor ve tekrar posayı geri atıyor. Ancak bir kısmı normal beden kitle endeksli bir kısmı hayır.


Bir insan yaklaşık 23000 gen taşımaktadır. Bu genler, kaşımızı, gözümüzü, boyumuzu, posumuzu, sahip olduğumuz bütün özelliklerin nasıl olduğunu belirleyen şifrelerdir. Bu şifreler bize annemizden, babamızdan, dedemizden aktarılır ve bunların karışımı, kombinasyonu oluruz. Biz bizden önceki nesile hem benzeriz hem de farklı özellikler ediniriz.


Genler mutasyon geçirerek, yani yapısını değiştirerek içerdiği genetik kodu yani şifreyi iyi yönde de kötü yönde de değiştirebilmektedir. Burada mutasyon oluşumu için gereken şartlardan bahsetmiyeceğim. Bu konu başlı başına bir konu ve çok uzun.
Özetle genetik, insanda ve diğer canlılarda soya çekimi, kalıtımı inceleyen bir bilim dalıdır.
O zaman nutrigenetik nedir?


Bireysel genetik farklılıklarımızın beslenme tarzımıza ve diğer besleyici kaynaklara verdiği karşılık sonucunda ortaya çıkan etkileri inceleyen bir bilimsel mecradır. Bireysel ideal beslenme ve egzersiz programımızı gerçekleştirmek için gerekli tanımlamaları sağlar bize.
Bir önceki yazıda dedik ya neden herkes farklı tepkiler veriyor, enerjiyi alırken ve harcarken. Aslında bu farklılığa, taşıdığımız genetik mutasyonlarımız (varyasyonlarımız, polimorfizmlerimiz) neden olmaktadır. Burada hangi mutasyona sahipsek diyetisyenlerimiz bizi taşıdığımız defekte göre yönlendirmekte, hangi besinleri ne oranda kullanmamız gerektiğini anlatmakta ve ne oranda egzersiz yapmamız gerektiğini kişisel planlar çıkartarak bize sunmaktadırlar. Yani, beslenme ve yaşam tarzımızı kendi bireysel genetik farklılıklarımız doğrultusunda düzenliyor ve daha efektif sonuçlar alıyoruz.
Bu genler, enerjiyi harcama noktasında görev yapan genler olabilir, ya da barsaklarda yağ emilimini gerçekleştiren proteinlerimizde ki mutasyonlar olabilir, yağ hücrelerinin parçalanmasında görev yapan proteinlerde varyasyon olabilir ya da hücre içi düzenlemeleri kontrol eden bir gendeki varyasyon olabilir. Yapılan çalışmalarda bu mutasyonları taşıyanların vücut kitle indekslerinin (VKİ) değişkenlik gösterdiği ortaya çıkmıştır. Bu parametrelere göre, beslenme içeriğinin yani bireyin diyetinin az yağ içermesi, ya da az karbonhidrat içermesi ya da az protein içermesi gerekiyor olabilmektedir. Yani besin oranları, bireyin taşıdığı polimorfizmler yani varyasyonlara göre belirlemekte ve daha etkin sonuçların alınmasını sağlamaktadır.


Nutriepigenetik mevzusu için, konuyu hiç bilmeyenler açısından ele alırsak, epigenetik genetik olamayan gen düzenleme şekilleridir diyebiliriz. Yani, bir gen mutasyon taşımıyor bile olsa epigenetik o genin sanki mutasyonloymuş gibi davranmasına neden olabilir. Bu konunun içerisinde pek çok mekanizma var. İsteyen benim akademik bir makalem var oradan ayrıntılarını araştırabilir. Ancak yazıyı okuyanların tamamı için bu kadar yeterli diye düşünüyorum. Nerden çıktı bu epigenetik der gibisinizJ
Gelelim genlerimize. Obezite ilişkili genler genom tabanlı çalışmalardan elde edilen verilere göre belirlenmektedir. Bu çalışmalar yapılmış ve hali hazırda bazı genetik firmaları tarafından gerçekleştirilmektedir. Sonuçta, günümüzde, bireye göre beslenme planı ve egzersiz planı çıkarılabilmektedir.

Başka bir açıdan daha bakarsak, hastalıklarda beslenme tipleri farklılaşır. Bir şeker hastası ile kalp hastası aynı şekilde beslenemez. Bir gebe ile gebe olmayan kişi aynı şekilde beslenemez. Bizim atalarımız gözlemlerine dayalı olarak bazı beslenme profilleri oluşturmuşlardır ancak biz burada bilimsel kökenli olarak bir bireyin bireysel özellikleri göz önünde bulundurularak beslenmesinin nasıl olacağı ile ilgilenmekteyiz. Bir örnek verecek olursak, MTHFR genindeki mutasyonlar bizim toplumumuzda sıklıkla gözlenmektedir. Folik asit dediğimiz bir madde bu gende mutasyon olsa bile genin göreceli olarak iyi çalışmasını sağlamakta ve vücutta oluşturacağı zararları azaltmaktadır. Bu yüzdendir ki gebelikte anne adaylarına folik asit kullanımı önerilerek, doğacak bebeğin bu mutasyonun zararlarından korunması hedeflenmektedir. Peki bu mutasyon ne gibi zararlara neden olabilmektedir. Öncelikle bebeklerde nöral tüp defekti ve yarık damaklılık gibi klinik tablolar ile karşılaşmamız söz konusu. Diğer taraftan da bu gendeki varyasyonların kanserle, diyabetle, kalp hastalıkları ile, alzheimer ile ve bir çok hastalık ile bağlantılı olabileceği gösterilmiştir.
Demem odur ki, nutrigenetik, beslenmenin insan üzerindeki etkisini, genotipi temel alarak açıklamaktadır. Çatalının ucundaki besinden genleriniz memnun mu diye size bilgi veriyor.



Ne mutlu enerjisini güzel harcayanlara ve sağlıklı beslenme profillerini belirlemiş olanlara diyorum ve yazımı sonlandırıyorum.

Serinin son obezite yazısında buluşmak dileği ile
Sevgiler

Bir akademisyenin kadrajı
Müzeyyenname

28 Nisan 2018 Cumartesi

II-OBEZİTE;YAĞ DOKUSU



Bir önceki yazıda obeziteyi genel olarak anlattık. Dedik ki, yağ dokusunun diğer dokulardan fazlalığı obezitedir.
Peki bu yağ hücreleri nasıl hücrelerdir.
Vücudumuzda iki tip yağ hücresi ve buna bağlı dokusu var; Kahverengi yağ hücreleri ve dokusu, beyaz yağ hücreleri ve dokusu.
Kahverengi yağ dokusu; Bu dokuyu oluşturan kahverengi yağ hücreleri çok fazla miktarda mitokondri taşır. Mitokondriler ki vücudumuzun enerji üreten merkezleridir. Bunlar bir nevi enerji santralleridir. Mitokondrilerinin fazlalığı nedeni ile de mikroskopta kahverengi görülür, kahverengi yağ hücreleri. Bu hücreler yağı depolamazlar aksine harcarlar ve vücut için gerekli olan ısıyı sağlarlar. 

Kahverengi yağ dokusunun en fazla olarak taşıdığımız dönem yeni doğan dönemidir. 



Bu dönemde bebek, ısı dengesini bu hücrelerle sağlar ve hayatta kalmayı başarır. Yoksa bir düşünün. Anne karnında sabit sıcaklığa alışmış bir yavru var ve dünyaya geldiğinde dünya ısısı çok farklı. Bu sıcaklık farklılıklarına adaptasyonu işte bu kahverengi yağ hücreleri sağlar. Yaş ilerledikçe bu hücrelerimiz azalır. Genellikle büyük damarlarımızın çevresini sarararak kan ısımızın sabit kalmasını gerçekleştirirler. 
                            
Peki vücut ısısı ideal olmazsa ne olur? İdealin altı hipotermi olarak bilinir. 34 0C’nin altı uyku ve bir daha uyanmama durumunu yani ölüm ile sonuçlanır. 40 0C ve üzeri ise yumurtanın ısıyı gördüğünde gösterdiği tepkime gibi vücudumuzdaki proteinler de pişer ve denatüre olur. Proteinler, enzim, hormon ve daha birçok görevi olan makromoleküllerdir. İşte hipertermi neticesinde de protein denatürasyonu neticesinde yine canlı şoka girer ve geri dönülemez noktaya gelindiyse bireyin dünya yolculuğu biter.


Vücuttaki ısının sabit olması, 36.5±0.5 0C civarında seyretmesi önemlidir ve termogenesis olarak ifade edilir. Çünkü vücut bu ısıda metabolik faaliyetlerini yürütebilmektedir. İşte kahverengi yağ hücrelerimiz termogenesisi sabit tutmak için çalışan bir sistemdir ve bunun için sürekli olarak yağ yakar.
Beyaz yağ dokusu; Bu dokuyu oluşturan yağ hücrelerimiz yağı depolayan, saklayan hücreler. Birazda cimriler, depoladıkları ürünleri öyle kolay kolay harcama yanlısı değiller. 


Vücudun her organında her dokusunda, her bölgesinde olabilirler. En çok sevdikleri bölgeler ise erkeklerde göbek bölgesi, kadınlarda kalçalar. Tersi durumlarda söz konusu ancak ben genel olarak söylüyorum. Literatür de bu şekilde isimlendirmişler. Göbek çevresi depolaması elma tipi, kalça bölgesi depolaması ise armut tipi olarak adlandırılmış. Sonra öbek öbek yağ keseleri vücuda yerleşiyor ve bir bakmışsın obezite.
Burada eminim sizin de aklınıza gelmiştir. Neden herkeste aynı değil sistem. Bazı insanlar elma tipi, bazıları armut tipi, bazıları su içse yarıyor, bazıları baklava yese incecik. Yalnız lütfen kendimizi kandırmayalım bu noktada. Reel olarak değerlendirin. Bazı kimseler de bir tepsi baklava yemeyi gözü kesip yarım kilo baklava yediğinde az yedim zannediyorsa durum o kişinin değerlendirmesinde, aslında iştahında sıkıntı var demektir. Ancak gerçektende bazı kimselerde var ki bir kilo baklava yese bir şey olmuyor, incecik. Bazıları da 3-5 kilo alabilmek için o kadar çabalıyor ki, duyan gören şaşırıyor.

Neden mi?
Bazı bireylerin metabolizma hızı yüksek. Bu kişiler yediklerini hızlı bir şekilde yakacak potansiyeldeler. Yalnız şu uyarıyı yapmak zorundayım. Metabolizma hızı denilince barsak hareketliliği zannediliyor. Bahsettiğim metabolizma hızı birinci yazıda bahsettiğim bazal metabolizma [kalbin atımı, solunum, kan dolaşımı, beynin ve sinir hücrelerinin çalışması, hücre büyümesi, yenilenmesi, vücut ısısının normal düzeyde tutulması (36.5±0.5 0C) bağırsakların hareketleri, midemizin sindirim için kullandığı enerji vs.] ve günlük ihtiyaçlarımız için kullandığımız enerji harcama miktarı.
Bütün bunlar ise genetiğimizde saklı. Genlerimiz bizim bir ürünü nasıl enerjiye çevireceğimizi ya da o enerjiyi nasıl kullanacağımızı belirleyen bileşenlerdir. Bu yapılarda oluşan mutasyonlar, bozukluklar bu sistemimizi değiştirmektedir.
Bu noktada, enerji metabolizması, nutrigenetik, nutrigenomik, nutriepigenetik kavramları giriyor devreye. Vücudumuz çok bileşenli bir mekanizma. 


Bu mekanizmalar tıkır tıkır çalışırsa sağlıklıyız, fitiz; çalışmazsa da hastayız. Buradan anlayacağımız şey obezitede bir hastalıktır ve birçok hastalığa zemin hazırlar. Bu yüzden ihmal edilmemelidir.
Nutrigenetik, nutrigenomik, nutriepigenetik konuları da bir diğer yazının konusu olsun.
Enerjinizi mutlulukla harcadığınız günler dileği ile,

Bir akademisyenin kadrajı
Müzeyyenname


25 Nisan 2018 Çarşamba

I-OBEZİTE; GİRİŞ



Yazıya başlamadan bu konu fikrini bana hatırlatan, öncelikle benim için çok kıymetli bir dost olan, sonrada diyetisyen olan Vildan’a teşekkür etmek isterim. Vildan nutrigenetik hakkında bilgi istedi. Bende ülkemizin hatta dünyanın en başta gelen problemlerinden olan obezite ve obezitenin yakından ilgili olduğu nutrigenetik üzerine birkaç yazılık bir seri başlatayım dedim. 
Halk Sağlığı müdürlüğü obeziteyi “Obezite genel olarak bedenin yağ kütlesinin yağsız kütleye oranının aşırı artması sonucu boy uzunluğuna göre vücut ağırlığının arzu edilen düzeyin üstüne çıkmasıdır.” şeklinde tanımlamaktadır. Dünya sağlık örgütü de “obezite, sağlığı bozacak ölçüde vücutta aşırı yağ birikmesi” olarak tanımlamıştır obeziteyi.
Bu ne demek? Vücudumuzda adipöz doku dediğimiz yağ hücrelerinin diğer dokularımıza oranla daha fazla olması. Bir nevi vücutta yağ cumhuriyeti kurulması.



Bu konu ile ilgili (obezitenin varlığının tespiti) bilinmesi gereken bir diğer parametre ise vücut kitle indeksi (VKİ; body mass index=BMI)’dir.  VKİ ise en özet olarak boy uzunluğu ve kişinin kilosu arasındaki oran olarak ifade edilebilir.


Lafı çok uzattın diyorsunuz biliyorum. Biz bir insana şöyle karşıdan bir bakınca, eni ile boyu arasındaki farka göre anlıyoruz. Siz akademisyenler durumu çok karmaşıklaştırıyorsunuz diyebilirsinizJ

Ancak durum bu kadar basit değil işte. Obezite yağ oranı, kadın ve erkek cinsiyetine göre bile farklı olan bir mevzu. Kadınlarda yağ oranı erkeklerden daha fazladır. Yağ doku aslında endokrin bir organdır ve kadınlar için önemli olan pek çok hormonu sentezlemektedir. Kadınlarda yağ oranı, VKİ’si %20-25 arasında normal kabul edilirken erkeklerde %15-18 aralığı normal olarak kabul edilmektedir. Erkeklerde %25 üzeri, kadınlarda %30 üzeri obez kabul edilmektedir.


Her birey, kendi bazal vücut fonksiyonlarını [kalbin atımı, solunum, kan dolaşımı, beynin ve sinir hücrelerinin çalışması, hücre büyümesi, yenilenmesi, vücut ısısının normal düzeyde tutulması (36.5±0.5 0C) bağırsakların hareketleri, midemizin sindirim için kullandığı enerji vs.] yerine getirebilmek için, bazal enerji dediğimiz bir enerji miktarına ihtiyaç duyar. Buna bazal metabolizma enerjisi diyebiliriz. Bir de günlük aktivitelerimizi yerine getirebilmek için ihtiyaç duyduğumuz enerji vardır. Bunun ikisi bizim için gereken günlük enerji miktarıdır. Günlük enerji miktarının yarısından fazlasını metabolizma enerjisi, diğer kalan %40’lık enerji miktarını da günlük aktiviteler içerir.  



Bu bilgiler neticesinde, sizin de tahmin edeceğiniz gibi, yağ kas oranı günlük enerji miktarımızı değiştirir. Cinsiyete göre bu oran değiştiğinden, dolaylı da olsa cinsiyette bu durumu etkiler. Kadınlarda kas daha az olduğundan harcadığı enerjide azalır. Bu durumu hesaplayan formüller mevcut. İyisi mi siz, sizin için gereken enerji miktarını bir diyetisyene giderek hesaplatın.
Şimdi, herkesin bildiği üzere biz bu enerjiyi vücudumuza besinlerle sağlıyoruz. Aslında bir canlı olarak, bu enerjinin yerine konması ve vücudumuz için gerekli olan protein, karbonhidrat, yağ, mineral gibi esas maddelerin takviyesinin yapılması gerekli bir süreçtir. Peki bize gerekli olan bu besinler neden kilo yapıyor derseniz, harcadığınız enerjiden fazla enerji içeren besin maddesi alırsanız bu fazla enerjiyi canlı ısı olarak harcayayım gitsin demez. Tam da benim annemin mantığıyla saklayayım bir gün gerek olur der ve bir yerlerde saklar yani yağ olarak depolar. Bu demek oluyor ki,  ya aldığınız enerjiyi harcayacaksınız, ya da harcadığınız enerji kadar besin tüketeceksiniz.

Velhasıl kelam, çok yiyoruz hem de enerji değeri yüksek, besin değeri düşük olanlardan. Görsel olarak beğenmiyoruz bu durumu desek. 

Canım ne olacak bu da şişman olsun. İşte durum öyle değil. Kardiyo vasküler hastalıklar, diyabet (şeker), nörolojik hastalıklar gibi pek çok hastalığa çok güzel geniş, yaylı bir yatak hazırlıyor bu fazla yağ hücreleri.
Aldığınız enerjileri harcamanız dileği ile, sevgiler.

Bir akademisyenin kadrajı
Müzeyyenname

18 Şubat 2018 Pazar

DÜNYANIN ATEŞİ ÇIKIYOR: Karbon nötr ne demek?


Dünyamızın çevresinde sera gazı denilen metan ve karbondioksitten oluşan bir manto var. Dünyamız bu manto sayesinde güneşten gelen kızıl ötesi ışınlardan korunuyor. Bilinenin aksine gelen ışını engellemekten ziyade gelen ışının dünyadan yansımasını engelleyerek atmosfer içinde hapsediyor ve zamanla dünyanın ısınmasına neden oluyor. Eğer bu sera gazı dediğimiz gazlar fazla birikirse dünya çevresinde kızıl ötesi ışınlar daha çok hapsediliyor ve dünya daha da ısınıyor ve ısınacak.

Nobel Barış Ödülü alan Dördüncü Değerlendirme Raporu'na göre, küresel ısınma artık tartışmasız bir gerçek. Daha da kötüsü bu sera gazı birikiminin önemli bir bölümünden insanoğlu sorumlu. Enerji, sanayi, ulaşım, tarım, atık, ormancılık ve arazi kullanımına bağlı olarak toplam 6 temel sera gazının salımı, 1970 - 2004 yılları arasında %70 artmış. Bu sürecin ilk 24 yılında bu artış %25 iken takip eden 10 yılda iki katına yakın artarak %70 olmuştur. İnsan kaynaklı sera gazı oluşumunun % 65’i fosil yakıtların yanmasından kaynaklanmıştır. Küresel ortalama dünya yüzeyinin sıcaklığı son yüzyılda 0.74 °C yani bir dereceye yakın artmıştır. Bu artış geri beslemeli olarak devam etmektedir. Şöyle ki, artan sıcaklık buzulları eritmekte, denizlerdeki su miktarının artmasına neden olmakta ve bunun sonucu da kara miktarında azalmalar gerçekleşmektedir. Kara miktarının azalışı zaten tüketilmekte olan orman ve bitki örtüsü için kaynak azalmasına sebep olmaktadır. Özetle bir taraftan biz artan nüfus ve şehirleşme adına bitki örtümüzü yok ediyoruz, korumuyoruz, diğer taraftan bunları tüketirken de fosil yakıtlarımızı yok ettiğimizden dünyanın ısısını artırıp yine toprak azalmasına neden oluyoruz. Yani biz, bize bahşedileni sorumsuzca tükettiğimizde aslında sadece gördüğümüz kısmını tükettiğimizi sandığımız durumun iki katını tüketiyoruz. 


Karışık mı oldu. Umarım söylemek istediklerimi ifade edebilmişimdir.
Karbon nötr ne demek?
Bir kişi veya kurumun oluşturduğu sera gazlarını dengelemek ve net olarak sıfır sera gazı yaymaya sahip olmak için salınan sera gazları miktarına eşdeğer sera gaz salınımına engel olacak ağaçlandırma projeleri yapmak, mevcutların tüketiminin azalması için de güneş, rüzgar gibi ek enerji kaynakları yapmak. Birde karbon ayak izimiz var. Bir işletmenin, ülkenin atmosfere yaydığı karbondioksit miktarı olarak ifade ediliyor.


Ağaç dikerek çevreye verdiğimiz etkiyi azaltmanın yanı sıra rüzgâr, güneş enerjisi, biyogaz, çöp gazı (metan gazıdır, bu yüzden çöp toplama alanlarında bazen patlamalar olur. 1993 İstanbul, Ümraniye çöp bölgesi patlaması) depolama alanları ve benzeri yenilenebilir enerji kaynaklarına destek olmak önemlidir.
Çok önemlidir.
İnanılmaz önemlidir.
Bilhassa önemlidir.
Daha ne diyeyim bilemiyorum. Dünya önceki dönemlerde de kutsal kitaplarda da ve de bilim insanları tarafından da ifade edildiği üzere tufanlar yaşamış ve pek çok badire atlatmış.


Böyle devam edecek olursak kaçıncı olacağını bilemediğimiz bir tufan daha yaşar bu dünya. Amaaan banane mi, ben görmem mi diyorsunuz. İnsan sevgisinin, hayvan sevgisinin, çocuk sevgisinin kalmadığı bir dünyada bitkiye mi önem vereceğiz diyorsunuz.


Bu işin, bizlerin özünde kıyamet dahi kopuyor olsa elinizdeki fidanı dikin diyen bir peygamberimiz var, savaş yaralarını sardıktan hemen sonra ağaçlandırma yapan atalarımız var.
Nasıl böyle insanlar olduk diye sormak istiyorum.
Nasıl bu hale geldik biz?


Birde ısrarla bir video önereceğim. Umarım izlersiniz. Himalayalar da bir ülke olan Bhutan krallığının başkanının konuşması. Küçücük bir ülke olan hiç karbon pozitif olmamış Bhutan’ın karbon nötr hikayesi.  Linki burada https://www.youtube.com/watch?v=7Lc_dlVrg5M 


Sevgilerimle
Bir akademisyenin kadrajı


13 Şubat 2018 Salı

BABAMIN ANISINA; Yüz yüze


İnsan iki yüz arasında yaşıyor. Bizler yani insanoğlu sadece bu iki yüzü tanıyoruz, her daim görüyoruz.
Ve ben. Doğduğumda, ilk kez bu iki yüz (gökyüzü-yeryüzü) arasında annem ve babamla yüz yüze geldim.



Dünya denilen yerkürenin bu yüzü olan YER YÜZÜ ile atmosferin, göğün dünyaya bakan yüzü olan GÖK YÜZÜ arasına ilk ayak basmam da, iki KANAT’lı bir kuştum. Belki de Jonathan Livingston’ın Martı’sı gibi bir martı kuşu. İki kanadım vardı o zamanlar. Yaradan beni kollasın, gözetlesin, elimden tutsun diye iki kanat vermişti bana, annemi ve babamı.



6 Şubat 2017’de babam olan kanadımı kaybettim. O kanat ki tek uçurduğu ben değildim. Ben hariç 3 çocuğunu daha uçuruyordu, uçurdu. Kendisi babasız büyümüştü, bu yüzden kardeşleri ile birbirlerine KOL-KANAT olmuşlardı ve evin büyük kardeşleri olarak okuma fırsatı olmamıştı. Asker ocağında öğrendiği okuma-yazma ve araba kullanma (sürücülük, şöförlük) yetileri ile bir ömür bize helal lokma yedirdi. Çok zor kazandı, kendi deyimi ile tır şöförlüğü yaparak rızkımızı Bağdat’tan Basra’dan getirdi. Her evladın hakkıdır helal lokma. Benim babam, bu vazifesini tam anlamıyla yaptı. Bu 6 Şubat’ta tam bir sene oldu babamı kaybedeli.

Aslında yazıyı o zaman yazmak istedim ama duygu durumum yazmama izin vermedi.


Ben onun Guptuli kızı idim. Guptuli uydurukça bir kelime. Ne demek bilmem ama sevgisini gösterdiğinde söylediği bir kelime olduğu için gül kızım, tatlı kızım olduğunu zannediyorum. Çünkü en çok gül ve tatlı severdi, künefeye bayılırdı.
Bana Abdurrahim Karakoç'u, Necip Fazıl Kısakürek'i babam sevdirdi. Acem kızı türküsünü, beyaz giyme söz olur türküsünü bir söylerdi fasıla geçerdik. Neşet Ertaş hayranı idi.


Benden başka bir oğlu iki kızı daha olan babam aslında benimde son çocuk olarak erkek olacağımı ümit etmişti her Anadolu erkeğinde olduğu gibi. Ancak ben, evin en küçüğü ve sanırım 70 te yaşasam evin en küçüğü olarak kalacak olan ben, oğlan çocuk olması istenen ben, belki de bu yüzden sülalemin biraz sıra dışı üyesiyim. 
77 yaşında olan annem onun hala geliniydi. Gelin hanım der konuşurdu ve onu çok kıskanırdı. 
İnsan kaç yaşına gelirse gelsin anne ve babanın yerini hiçbir şey tutmuyormuş. Kuşun kanatları ona her daim gerekir. Kanadı kırık kuşlar bir hüzün ifade eder, kanatsız kuşlar bu durumun daha katmerli halidir.
Kanatsız ya da kanadı kırık kuşlar eskisi gibi özgür uçamaz, yeryüzüne ayak basmak zorundadır artık, istediği zaman uçup gidemez, istediği kadar özgür değildir artık. Yeryüzü, dünyanın çekim kuvveti senin ayaklarını yere öyle bir bağlar ki, istesen de istemesen de özgürlüğün sembolü olan gökyüzünden yüzünü çevirip yeryüzüne yönelirsin. Burada ise çok yüzlü olan insanlar ile uğraşmak zorunda kalırsın.

Babamın yıllar yıllar önce hatıra defterime yazdığı hatıra yazısında babamın bana öğütleri şunlar olmuş.
"Çok kıymetli kızım müzeyyen,
Sana benim tavsiyem ve önerim daima ahlaklı ve iyi insan olmaya çalış. İnsan zenginliği ile, güzelliği ile yiğitliği ile hatta ilmi ile ölçülmez. İnsan ahlakı ile ölçülür. Onun için ahlaklı bir insan olmaya çalış. Senin bizlere rahmet okutman kötü söyletmemen ahlakına bağlıdır. Bunun içindir ki senin ahlaklı olman senin, benim, cemiyetin hatta milletin yararınadır. Sözlerimi bitirirken milletine ve devletine faydalı bir insan olman dileği ile. ALLAH'a emanet ol.
Baban, 1987"
Sende Allah'a emanet ol babacım. Hayatım boyunca senin söylediğin gibi biri olmaya çalıştım. Devletime ve milletime faydalı.
Benim inancıma göre beden ölür, ruhlar asla ölmez. Bu yüzden O bedenen olmasa da ruhsal olarak yine bizim yanımızda.
Mekanın cennet olsun babacım.

Guptuli kızın Müzeyyen
Müzeyyenname

Bir akademisyenin kadrajı

IV-OBEZİTE;KAHVERENGİ YAĞ HÜCRESİ ve ÜŞÜMEK

Sibirya kurdunu aklında tut diyerek başlıyorum yazıya. Neden mi. Yazının sonunda anlayacaksınız durumu maalesef J Bir dirhem et bin ...